It’s A Sin — Tanıtım
5 yorum aytackara 22 Şubat 2021 08:22
80’li yıllarda patlak veren ve özellikle eşcinselleri merkezine alan HIV/AIDS krizini konu alan dizi ya da filmler zaman zaman ekranda kendisine yer buluyor. Çoğunlukla da ABD’de geçen hikayeler önümüze geliyor. Doctor Who ve Queer as Folk dizileriyle bilinen, son olarak Years and Years’ı hazırlayan Russell T Davies ise bu krizin Birleşik Krallık versiyonunu izleyiciyle buluşturdu.
Mini dizi olan It’s a Sin‘in sezonu 5 bölümden oluşuyor ve 22 Ocak’ta Channel 4 kanalında yayınlanmaya başladı, TV yayınını 19 Şubat’ta tamamladı. 18 Şubat’ta ise HBO Max yayınlamaya başladı.
Not: Yayına başladığı gün tüm sezon kanalın dijital platformu All 4’da yayınlandı ve platformun en ilgi gören ve peş peşe izlenen (binge-watched) dizisi oldu. Ayrıca ilk bölümüyle Channel 4’un en iyi açılış yapan drama dizisi oldu.
Konusu:
Dizinin hikayesi 1981-1991 dönemini kapsıyor ve Eylül 1981’le başlıyor. Londra’daki bir apartman dairesinde bir araya gelen beş arkadaşın hayatında olup bitenleri, AIDS krizine rağmen hayatı yaşamaya çabalayışlarını, aralarındaki dostluğu, AIDS krizinin ülkedeki ve halkın gözündeki etkisini anlatıyor.
Richie (Olly Alexander), oyunculuk hayalini gerçekleştirmek için Londra’ya yerleşmeye karar veriyor. Kendisine arkadaşı Jill (Lydia West) eşlik ediyor. Colin (Callum Scott Howells), Savile Row isimli lüks bir terzide çalışmaya başlıyor. Ailesinin kendisini Nijerya’ya götürmek istediğini öğrenen Roscoe (Omari Douglas) ise evden ayrılıyor.
It’s a Sin’in kadrosunda çeşitli rollerle Nathaniel Curtis (Ash), Keeley Hawes, Shaun Dooley, Tracy Ann Oberman, Neil Patrick Harris ve Stephen Fry da yer alıyor.
Russel T. Davies’in elinden çıkma işleri severim. 80’li yıllardaki AIDS/HIV krizinin İngiltere versiyonunu izleme düşüncesi de ilgimi çekti zaten. Şimdiye kadar denk geldiklerimi sadece ABD kapsamında izledim yanılmıyorsam. It’s a Sin sayesinde ikisi birden birlikte aradan çıkıverdi.
It’s a Sin, konusunu işleyiş biçimiyle ve sergilenen oyunculuklarıyla iyi ki izlemişim dediğim dizilerden birisi olmayı başardı. Aslında büyük sürprizlerle izleyicinin karşısına çıkıp şaşırttığı söylenemez. Nihayetinde hem konusu gereği hem de belli bazı açılardan neyin nasıl ilerleyeceği veya nereye varacağı az çok tahmin ediliyor. Dolayısıyla benzer kulvarda daha iyi örneklerle karşılaştığını düşünenler çıkabilir. Ancak bu durumun sorun olduğu düşüncesinde değilim.
Bana göre dizinin drama ve duygu dozu güzel uyarlanmış. Dönemi düzgün yansıtmayı da başarmışlar. ABD’deki manzaranın çok da farklısını beklemiyordum, öyle de oluverdi açıkçası. Ritchie, Jill ve Colin daha çok ilgimi çektiler bölümlerde. Yine de her ana karakterin kendince katkı sağladığı bir nokta, doldurduğu bir boşluk vardı. Böylece pek çok açıdan konuyu ele almayı başardılar. Üstelik yardımcı karakterlerin/oyuncu kadrosunun doyuruculuğu da üstüne binince daha güzel oldu.
It’s a Sin böyle bir dizi ve bu tarz konulara dair yapımlara ilgisi olan kişilere tavsiye. Russel T. Davies’le en kısa zamanda yeniden görüşmek dileğiyle diyeyim o zaman ben. İyi seyirler.
Tırıvırı Bilgi (Trivia):
** Davies, HIV/AIDS konulu olmasından dolayı diziyi satarken başlarda zorluk yaşadı. BBC ve ITV’den ret cevabı aldıktan sonra projeyi Channel 4’a kabul ettirdi. 8 bölümlük plan 5 bölüme düştü. Dizinin hikayesi Londra’da geçmesine rağmen çekimlerin çoğu Manchester başta olmak üzere başka bölgelerde yapıldı.
** IMDb’nin Trivia kısmına inanıyorsak HBO, prodüksiyonda tanınmış bir Amerikalı oyuncu bulunması şartıyla dizinin yayın hakkını almayı kabul etti. Bu da Neil Patrick Harris’in diziye dahil olmasının yolunu açtı.
** Dizinin ismi başta “Boys” olarak duyuruldu ama The Boys’la karıştırılmaması için değiştirildi.
** Dizideki gay karakterleri canlandıran oyuncular gerçek hayatta da eşcinseldir. Russell T. Davies, heteroseksüel oyuncuların gay karakterleri canlandırmasını doğru bulmadığını açıklamıştır.
yorumlar
“Dolayısıyla benzer kulvarda daha iyi örneklerle karşılaştığını düşünenler çıkabilir” cümlesine neden olan şuradaki yorumumu buraya taşıyayım:
Olayın İngiltere ayağını izlemek güzel bir deneyim oldu. Son bölümü de epey sevdim ama toplama bakarsak When We Rise’ı izlemiş ve hatırlayan bünyeme çok da süper gelemedi. Yine de pişman değilim tabii izlediğime.
Bu diziyi izledikten sonra gaza gelip Queer As Folk UK’i de izlediğimizi not düşeyim. ️
Geçenlerde ilk bölümü izleyip epey sevdim. Ekipteki herkese hemen bağlandım. Çok tatlılar, çok sevilesi tipler. Tahminime göre ağlamaktan helak olacaktım sonraki bölümlerde, o yüzden devamını izlemeye cesaret edemedim şimdilik. Şimdi sırası değil, şimdi kaldıramam deyip duruyorum kaç gündür.
Oyunculuklar olsun, dönemi yansıtmaları olsun iyi bir iş çıkardıklarını düşünüyorum. Sadece 1981-1991 arasında geçtiğinden biraz tiplerde değişiklik olabilirdi gibi geldi. Ne bileyim saçları falan değişseydi bari. Arada 10 sene var ve az bir zaman değil. Nasıl başladılarsa öyle bitirdiler.
Son bölümde sinir oldum tabii.
When We Rise izlemediğimden bir karşılaştırma yapamadım. Çok arka arkaya olmasın da, bir ara onu da izleyeyim bari.
2021’in şu ana kadar gördüğüm en iyi işiydi. İzlediklerimin anlamsız ve tekrar gibi geldiği şu günlerde sektöre olan inancımı tazelediği için Russell T. Davies’e teşekkürlerimi iletiyorum.
Kendimi daha iyi hissettiğim bir an da belki uzun uzun bölüm bölüm bir şeyler yazarım.
@aytackara tanıtım için teşekkürler.
2021’in en iyi dizilerinden biriymiş. Mahvetti beni. Her bölüm ne yapıp edip ağlatmayı başardı. Ara vermeye de cesaret edemedim, tek seferde bitirdim.
İlk bölümde karakterlerin çoğunu sevince sonunun üzücü olacağını biliyordum ama beklediğimden de iyi bir drama ile geldiler. Bu yüzden hüzünlü sahneler beni ekstra etkiledi. Hatta 4 bölüm gençlerin eğlence hayatını izletip son bölümü hüzünlü yapmalarını bekliyordum, her bölüm ağır geçti. Bunu da gerçekçi bir şekilde yaptılar, çok iyi dizi gerçekten.
Karakterlerden en çok Colin’i sevdim, en çok onu izlemek ilginçti. Sonradan da Jill ve Ritchie’ye alıştım. Neil Patrick Harris’in karakterine de bayıldım, onunla Colin’in sohbetleri çok güzeldi. Tek üzüntüm
Colin’in bu kadar erken ölmesini de beklemiyordum, sürpriz oldu. Çünkü ilk başta aids çıkmayacak galiba demiştim, başta anlatmadıkları kısımlar varmış.
Son bölümdeki bir sahne o kadar üzdü ki kolay kolay unutamayacağıma eminim. Mesela Manchester by the Sea filminin sonlarında da bir sahne vardır, aklımdan hiç çıkmaz, bu da böyle olacak muhtemelen.
İzlerken Jill’in çaresizliği ile kolayca empati kurulabildiği için onun sahneleri de üzdü. Richie’ye ise sonradan alışınca onun sahneleri de ağır gelmeye başladı. İzlerken Ritchie ve annesinin küçük sahneleri hoşuma gidiyordu fakat son bölümdeki sahneleri görmeyi beklemiyordum, izlerken ne hissedeceğimi de şaşırdım. Çünkü
Fakat ondan sonraki Valerie sahneleri çok şaşırttı ve sinirlendirdi. Kendisine yalan söylendiği için onun da haklı olduğu şeyler vardı, zaten üzüntüden aklı başında değildi. Ayrıca Jill’i suçlamak onun için bir inkar etme mekanizması olarak kolay bir seçenekti. Ama bölümün sonlarında hatasını kabul edecek ve Ritchie’nin arkadaşları ile veda etmesini sağlayacak diyordum çünkü orada çok abarttı.
Hatta son konuşma sonrası tamam artık bu Jill meselesi bitti dedim. O yüzden rıhtımda Ritchie dün öldü deyince öylece kalakaldım, yumruk gibi oturdu o olay. Bir an o sahnede kendimi Jill’in yerine koyunca daha kötü oldum tabii.
Son bölümdeki hastane sahnesi tek plan çekilmiş ve bunun Keeley Hawes’in oyunculuğunun parlaması için yapıldığı belliydi, ne kadar işe yaradığı da belli oldu zaten, harika oynamış dizide. Gençlerin yanına Neil Patrick Harris’in sakin performansını da eklemezsem haksızlık etmiş olurum.
Dizinin posterleri aslında bambaşka bir diziymiş havası veriyor ama bilerek böyle hazırlanmış belli. İyi ki izlemişim, kesinlikle tavsiyedir.