Alias Grace || Kırmak Gerek Aklın Zincirlerini
25 yorum ozgun14 06 Ekim 2017 08:01
Musallat için bir odaya gerek yok, ya da bir eve,
Kendi koridorları var beynin, emsalsiz, sahici…
Derinlerimizde gizlenmiş kendimiz ürkütmeli bizleri en çok,
İçimizde gizlenmiş katiller dururken başka korkuya gerek yok.– Emily Dickinson
Gerçek karakterlerle kurgu karakterleri güzelce harmanlayan aynı isimli Margaret Atwood romanından uyarlanan altı bölümlük bu mini dizi Netflix – CBC (Amerika – Kanada) ortak yapımı.
Sarah Polley tarafından kaleme alınan ve Mary Harron tarafından yönetilen bu dönem dizisi, işin içinde CBC kanalı da olduğundan Netflix’in genel yayın politikasından farklı olarak haftalık yayınlanacak. Geçtiğimiz hafta 25 Eylül’de ilk bölümü yayınlanan dizi altı hafta boyunca bizimle olacak ve muhtemelen altıncı bölümüyle ekranlara veda edecek.
(Gerçi aynı yazarın başka bir romanından uyarlanan The Handmaid’s Tale dizisinin getirdiği büyük ses sonrası kitaptan bağımsız olarak devam edeceği düşünülürse bu yapımın da mini kalıp kalmayacağı konusunda kesin konuşmamak gerek.)
Aşağıda dizinin konusuyla tanıtıma devam ederken size eşlik etmesi için dizinin kısa giriş müziğini buraya bırakıyorum.
Dizinin merkezindeki Grace Marks, 1843 yılında iki kişiyi öldürmekten ömür boyu hapse mahkum edilmiş ve on beş senedir Kingston Cezaevi’nde yatmakta olan İrlanda göçmeni genç bir kadındır. O dönemlerde kadın katil çok görülen bir şey olmadığından herkesin ilgi odağı haline gelen Grace, cinayet günü ile ilgili hiçbir şeyi hatırlamamaktadır. Suçlu olduğuna inananlar olduğu gibi aslında masum olduğunu düşünen kişi sayısı da az değildir. Aralarında Grace’in masumiyetine inananların da olduğu bir kilise komitesi tarafından serbest bırakılması yönünde bir rapor yazması için Amerika’dan getirtilen bir doktor aracılığıyla Grace Marks’ın şimdiye dek başkaları tarafından yazılmış hayat hikayesini kendisinden dinleme fırsatı bulacağız. Soğukkanlılıkla iki kişiyi öldürdüğü iddia edilen Grace’in zorluklarla dolu hayatını ve cinayet günü olanları onunla beraber keşfedeceğiz.
Dizinin yarı gerçek yarı kurgu karakterlerle bezeli olduğunu söylemiştim. Nasılına gelirsek; dizinin merkezinde izlediğimiz Grace Marks, gerçek bir karakter. Gerçekten de Kanada’da iki kişiyi öldürmekle ömür boyu hapse mahkum edilmiş. Öldürdüğü iddia edilen karakterler ve ana karakterimizin özgeçmişi de gerçek hayattan uyarlama. Kitabın anlatıcısı konumundaki kurgu bir doktor karakteriyle ise kitapta Grace’in geçmişine iniyoruz. İlk bölüm itibarıyla dizinin anlatıcı iç sesi Grace gibi duruyor olsa da gelecek bölümlerde bu değişir mi, doktorumuzun iç sesini de duyar mıyız, bekleyip göreceğiz.
(Diziyi ve kitabı tanıtım için araştırırken, çok derin araştırmalara girmemiş olmama rağmen, Grace Marks’ın hikayesinin nasıl sonuçlandığını öğrenme talihsizliğini yaşamış olduğumdan diziyle ilgili araştırma yapmamamızı öneririm.)
İlk bölüm itibarıyla çok fazla karakterle tanışmamış olsak da dizi genelindeki baş karakterlerden bahsedecek olursak;
Sarah Gadon tarafından canlandırılan Grace Marks karakteri, 1843 yılında daha 16 yaşındayken işverenini ve kahyasını öldürmekten ömür boyu hapse mahkum edilmiş İrlandalı bir hizmetçidir. Duruşma süreci, aklanması gerektiğini düşünen Reformcularla, suçlu olduğunu düşünen Toriler arasında siyasi bir boyuta taşınmıştır. O dönemde birçok erkek kendisine kalbini kaptırmış ve beraati için kayda değer çabalar harcamıştır. Aynı anda hem çıkarcı bir katil, hem de masum bir kurban olarak görülen Grace gizemlerle dolu bir kadındır.
Edward Holcroft tarafından canlandırılan Doktor Simon Jordan karakteri, Grace Marks hakkında rapor yazması için Kingston’a getirilmiş Amerikalı bir doktordur. Kendisini buraya getirilen kilise komitesi onun muayene ve rapor sonuçlarının Grace’in beraatine ön ayak olacağını ummaktadırlar.
Rebecca Liddiard tarafından canlandırılan Mary Whitney karakteri, Grace’in çalışmaya başladığı evde onun gibi hizmetkar olarak çalışan deli dolu bir genç kızdır. Kısa sürede aralarında çok derin bir bağ gelişir ve birbirlerinin en yakın arkadaşı olurlar.
Zachary Levi tarafından canlandırılan Jeremiah/Jerome Dupont karakteri, belli günler Grace’in çalıştığı Parkinson’ların evine gelip onlara tuhafiyelik eşyalar satan yakışıklı bir seyyar satıcıdır. Sıklıkla Grace’e gelecekle ilgili öngörülerde bulunur. Grace kendini ona yakın hissetmektedir.
Paul Gross tarafından canlandırılan Thomas Kinnear karakteri, Grace’in Parkinson’lardan sonra çalışmaya başladığı Kinnear Çiftliğinin sahibidir. Kahyasıyla gönül ilişkisi var.
Anna Paquin tarafından canlandırılan Nancy Montgomery karakteri, Kinnear Çiftliği’nin kahyasıdır. Çiftliğin sahibi Thomas’la gönül ilişkisi vardır. Hizmetkar olarak işe aldığı Grace ile kısa sürede yakın arkadaş olan Nancy, Thomas’ın ona olan ilgisi yüzünden ona gücenmeye ve onu kıskanmaya başlar.
İlk bölüm itibarıyla yüksek olan beklentilerimi karşıladığını söyleyebilirim. The Handmaid’s Tale ile kıyaslanıp duracak olsa da ilk bölümler olarak ne sinematografi açısından ne de hikaye anlatıcılığı açısından onun çok altında kalmadığını söylemeliyim. Zaten birbirini anımsatmalarını sağlayacak çok fazla öge var. Bunda da bolca feminist düşünceye yer verilmiş. Sarah Gadon iyi bir performans sergilemiş. İlgi çekici bir karakteri oyunculuğuyla daha da ilgi çekici bir karaktere dönüştürmeyi başarmış. Edward Holcroft için ise şimdilik nötrüm. Zamanla bize kendisini sevdirecek karakterlerden olacağına inanıyorum. Zaten bu ikili dışında sürekli görmeye devam edeceğimiz ana karakter olmayacak gibi.
Hikayeyle ilgili henüz bilmediğimiz çok şey olduğunu düşünürsek kalanını izlemek için sabırsızlanıyorum. İzleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler diliyor, okuduğunuz için teşekkür ediyor ve sizi tanıtım filmiyle baş başa bırakıyorum.
Bir kadının akıbeti için
Sabırla, sükunetle beklemek gerek
Adeta nutku tutulmuş bir hayalet gibi beklemek
Ta ki sorgulayan bir ses sessizliğini kırana dek– Henry Wadsworth Longfellow
yorumlar
İlk iki bölümü izledim, 2. bölümü bi tık daha iyi geldi bana. 6 bölüm olduğundan sonunu görürüm. Çok ayılıp bayılmadım The Handmaid’s Tale kadar ama güzel yinede.
Zachary Levi’ı çok özlemişim. Chuck tan beri hiçbir yerde izlememiştim kendisini.
Eline sağlık @ozgun14.
Şuradaki ilk bölüm yorumumu buraya yapıştırayım. Bugün de 2. bölümü izlerim herhalde. Eline sağlık @ozgun14
S01E01
45 dakikalık bölümün ilk yarısı epey sıkıcıydı. Boş konulardaki diyalog ve monologlar ile tekrar tekrar gösterilen aynı küçük sahnelerle zaman doldurmaya çalışıyorlardı. Tam izlemeyi bırakmak üzereydim ki flashback sahneleri başladı ve bölümün 2. yarısı daha iyi aktı. Ana karakter Grace’in gereksiz konulara girip lafı uzatmaları cidden sinir bozucu ve pek umudum yok bu büyük ayrıntıdan dolayı diziden ama bölümün 2. yarısı hatırına ve Zachary Levi’nin de diziye giriş yaptığını görmek adına 2. bölüme de bir bakarım elbette.
S01E02
İlk bölümün 2. yarısındaki pozitif ivme devam etti bu bölüm de. İlk bölümde hoşuma gitmeyen şeyler de olmayınca daha çok sevdim bu bölümü doğal olarak. Zachary Levi de küçük de olsa bir giriş yaptı bu bölüm.
Öyle aman aman bir dizi değil ama izlenir durumda işte. Sezon sonunu görürüm herhalde.
1×2: Elma sahnesini görünce çok şaşırdım. Annem de bize küçükken o şekilde elmayı soydururdu. Dilek tutmamızı ve omzumuzun üstünden arkaya atmamızı ve bir gün o dileğinin gerçekleşeceğini söylerdi.
1×03 sanki bu bölümü ilk 2 bölüm kadar sevmedim. muhtemelen nedeni şu çirkin kız. keşke başkasını oynatsalardı onun yerine. hiç yakışmamış diziye. mecbur çekecez artık.
kalan 3 bölümün burada devam edeceğini düşünürsek bir bölümü daha parkinsonlarda geçirmeyi tercih ederdim. 2, 3 olsaydı keşke de araya bir bölüm fazladan izleseydik onları.
bu bölüm doktor grace etkileşimi de azdı sanki o ikiliyi günümüzde izlemeyi seviyorum. bir de aralarındaki diyaloglar fazla saçmaydı sanki.
S01E03
Fena değildi yine. 2’den kötü 1’den iyiydi. Çirkinden rahatsız olmadım ben valla. Ha sevdiğim biri oynasın ister miydim elbette ama gözüme batmadı benim açıkçası.
çok ön planda bir rolde olmasaydı rahatsız etmezdi beni de ama eklenen 3 erkek karakteri yakıştırınca o hepten battı bana bölümde. biraz uyuz bir karakter olduğundan sorun etmiyorum.
1. bölüm biraz dağınık ve fazla bölünmüş bir bölümdü ama bence iyi bir girişti. esas iki karakteri tanıtmak ve hikayenin konusunu tanımlamak için fena değildi. kızın bölük pörçük hafızasını o ani girişlerle vermeye çalıştıkları belli.
kızın fazla feminist lafları ve doktorla olan bir iki muhabbetinin saçmalığı beni rahatsız etti. ne alaka bu muhabbet diyip göz devirdiğim yerler oldu. niye bu ayrıntıyı veriyosun bize yani.
umarım 4. bölüm daha güzel olur. bir kadın karakter daha isterim aslında ama vermeyecekleri belli o yüzden hiç umutlanmayayım.
1×4
en sondaki rüya sahnesi yeterince rahatsız ediciydi. peddler’ın teklifini hiç düşünmeden kabul edecektin kızım.
bir de dizide her erkeğin ismi j ile başlıyor. jordan, james, jamie, jeremiah, bir thomas tutmadı baş karakterlerden.
S01E04
İlk 10 dakikası pek sarmasa da sonrası güzeldi. Rüya sahnesi fena değildi ama bir tık daha sertine hayır demezdim valla.
Bu dizide en gıcık olduğum karakter James kesinlikle. Bir kaşık suda boğulacak biri James.
1×05 sona yaklaşıyoruz nasıl bittiğini biliyor olsam da aşamalarını merak ediyorum. bölümdeki günümüz sürprizini beklemiyordum görünce mutlu oldum ama bu kadar az görmek de kötü oldu. finalde kullanırlar herhalde.
S01E05
Güzel bölümdü. Grace’in hafızasının bulanıklığını çok iyi yansıtmışlar bu bölüm. Doktorun ayarlarının bozulmaya başlamasını da. Ev sahibi olayı ve günümüz sürprizi de renk katan diğer unsurlar olmuş bölüme.
yine de grace’in hikayesini izlemek güzeldi. jenerik müziği çok güzeldi. kadroyu izlemesi de güzeldi. dönem dizisi seven bünyemi ara ara sıkar gibi olsa da doyurdu. en sevmediğim bölümü final bölümüydü. sanırım kısa sürede kafamda çok fazla final kurgulamış olmamdan o da.
Final için herkesin beklentisi farklı yönlerdeymiştir muhtemelen.
Bir de Grace cidden cinayeti işlerken James’e yardım etti mi etmedi mi, gerçekten Mary’nin ölümünün onda bıraktığı etki bu kadar büyüktü de çift kişilikli olmasına katkı mı sağladı, hafızası gerçekten bu kadar un ufak mı, o seans sırasında oyun mu oynuyordu gibi soruların net cevaplarına ulaşabilseydik keşke. Neye inanıyorsan ona inan demiş bir nevi dizinin yönetmen ve senaristleri.
Doktorun kafayı duvara vurması ve sondaki o rahatsızlığı falan da oldukça gereksiz ayrıntılar olmuş bu arada.
Neyse, öyle ahım şahım bir iş olmasa da bir şekilde izletti kendini dizi. Sarah Gadon’u 11.22.63’ten sonra burada da izlemesi keyifliydi. Zachary Levi ve Rebecca Liddiard da yan rollerde renk kattı. İzlediğime pişman değilim.
Posketten sonra “aalaala ben bu diziyi niye atlamıştım? izleyeyim madem” diye düşünmeye başlamıştım. Ama şimdi şu tanıtımın altındaki yorumları ve konu+fotoğrafları görünce bir kez daha vazgeçtim izlemekten.
Ben de ilk 3 bölümünü izleyip bırakmıştım, çok hissetmedim eksikliğini.
S01E01
Hem tanıtım hem de çeviriler için teşekkür edeyim. Şiirler de yakışmış.
Diğer diziler gibi altyazısız başladım ama bir yerden sonra beynim yandı, türkçeye döndüm. Hem anlatım ağır geldi hem de bölüm biraz karışık olmuş. Kaliteli dizi olduğu belli ama gereğinden daha ağır gibi şimdilik. Biraz daha rahat kafayla izlersem kalan bölümleri sevebilirim.
Sarah Gadon başrolde, Margaret Atwood romanı, uyarlayan Sarah Polley. Böyle bir üçleme varken hayal kırıklığı yaşamak istemiyorum. Ayrıca Sarah Polley hem romanı uyarlamış hem de yapımcılığı üstlenmiş. Özellikle bu sene kadın yönetmenler bu kadar ön plandayken neden yönetmenlik görevini üstlenmedi merak ettim. En azından 1 bölümü yönetmesini isterdim.
ikinci bölüm daha akıcıydı ilk bölüme göre bunu rahatlıkla söyleyebilirim. giderek de açılıyor aslında ama ben anna paquin i sevemediğim için daha çok keyif alabileceğim bölümlerden yeterince zevk alamadım. final ise değişikti. hala tam anladığımı düşünmüyorum.
kadın feminist bir yazar ve bunu bu romanında da olabildiğince öne çıkarmış. sosyal cinsiyet ayrımcılığına laf sokup durmuş. zaten kadın bakış açısıyla anlatılıyor.
çevirirken de keyif aldığım bir diziydi. kadın iç sesiyle sürekli şiir gibi konuştuğundan çevirmesi de eğlenceliydi. şiirler de aynı şekilde zorlayıcı ama keyifliydi. oturup yabancı kaynaklardan şiirlerin manalarını araştırmıştım hep gizli bir şeyleri kaçırmayayım diye.
umarım beğenirsin.
Gerçekten edebiyat metni gibiydi iç ses kısımları, eline sağlık. Şiirler de çok güzel, özellikle ilk sahnedeki şiir ayrı güzel.
S01E03-04
İlk bölüme göre çok daha güzel bölümlerdi. Yavaş falan dedim ama değişik bir sakinlik var,hoşuma gitti öyle olması. Sarah Gadon’un doktorla konuştuğu her cümle sonuna ‘Sir’ eklemesi garip bir hava katmış, aralarındaki uçurum hiç kalkmıyor.
Zachary Levi’yi ne kadar özlediysem Anna Paquin’i de bir o kadar özlememişim. Sevemiyorum kadını.Neyse ki sevimsiz kadın rolüne tam uymuş Ayrıca kadroda David Cronenberg ismini görünce şaşırdım. İsim benzerliği falan var herhalde diyordum ama yok usta yönetmenin kendisiymiş. Niye böyle bir seçim yaptığını merak ettim.
Jenerik müziğine de bayıldım.
Ben bunun ilk bolumunu ciktiginda izlemistim, sonra da uzunca bir sure elim gitmedi. Birkac hafta once “Dur sunu bi daha bastan alip izliim.” dedim ve birinci bolumu tekrar izledim, sonra devamina yine elim gitmedi. Sirf Margaret Atwood – The Handmaid’s Tale durumundan dolayi izlemek istiyorum ama o el hic gitmeyecek galiba devamina.
bence bir sıkıntılıydı zaten. hızlı ve bölük pörçük anlatımı var. ikiyi denemek daha mantıklıydı.
Evet, resmen o araya pat diye giren milisaniyelik sahneler cok dagitti beni. Boyle bi “Uff noluyo ya, ne izliyorum ben simdi?” oldum. Bilmiyorum, belki zorlayip ikiyi izlerim bir ara.
o sahneler ikide devam etmiyor işte. devamında neredeyse hiç yok. herhalde kızın hafızasında sorunlara gönderme yapmak istemişler emin değilim. doktorla görüşmelerinde düzeliyor aktarım. flashbackleri kesit kesit göstermek yerine daha bütün parçalar halinde yediriyorlar. o dağınıklık hissi gidiyor.
1.bölüm olayının aynısı bende de oldu. Beklediğim dizilerden biriydi, bölüm yayınlanır yayınlanmaz da başladım. Ama o kadar darmadağın bir bölümle başladılar ki tüm hevesim kaçtı. 2 3 saniyelik kısımlar mahvetti pilotu. O yüzden kaç ay sonra bugün devam ettim izlemeye.
Diziyi seversiniz sevmezsiniz o ayrı mesele ama geri kalan bölümler ilk bölüme hiç benzemiyor, o anlatım tarzından vazgeçmişler.
S01E05
Şimdiye kadarki en iyi bölümdü. Ara ara tırstım, özellikle Grace hücrede bize doğru bakarken ürperti geldi, müzikler de sağ olsun yardımcı oluyor.
Anna Paquin’i zaten sevmem bir de bu saç rengiyle iyice sevimsiz olmuş.
S01E06 Final
Çok garip bir final olmuş, sezon da çok garipti, neredeyse her bölüm dizinin tarzı değişiyor gibi oldu. 5.bölümde tırstım falan dedim ama asıl şenlik 6.bölümdeymiş.
Hipnoz sahnesinde siyah örtüyü kullanmak çok büyük şerefsizlik. Zaten gece, aklım çıktı izlerken. Son sahnedeki bakış da hoşuma gitmedi Twin Peaks izliyor gibi oldum.
Sarah Gadon neredeyse tek başına sırtlamış diziyi, harikaydı. İstediği zaman da fazlasıyla ürkütücüydü. Donuk bakışları çoğu kişinin ilgisini çekmiştir. Dizi ya da film gerilim türü için çok teklif gelir ileride. Umarım kariyerini bu yönde ilerletmez, her zaman 11.22.63’daki Sarah Gadon’u tercih ederim.
Sezona Puanım: 7.5/10 – Jenerik müziğini de ara ara açar dinlerim artık.