Armistead Maupin‘in aynı adlı kitap serisinden uyarlanan Tales of the City, benim için televizyonun gelmiş geçmiş en iyi dizilerinden birisi. Aslında 9 cilt olan serinin, şimdiye kadar yalnızca 3 cildi (Tales of the City, More Tales of the City, Further Tales of the City) televizyona aktarıldı. Bu aktarılan her bir cilt, ayrı bir mini dizi olarak piyasaya sunuldu ama ben onları ayrı ayrı düşünmektense ilk 3 sezon olarak kabul etmekten yanayım, onun için de sezon diyerek bahsedeceğim.

İlk sezon 1993 yılında Amerika’nın kablolu kanalı Showtime’da yayınlanmaya başladı ve 6 bölüm sürdü. Peşinden gelen ikinci sezon yine 6 bölüm sürdü ve 1998 yılında başladı. Üçüncü ve şimdiye kadar çekilen son Tales of the City de 2001 senesinde geldi ve 3 bölüm sürdü. Her bir sezon arasına bu kadar sene girince, ister istemez oyuncuların çoğu değişiyor. Benim özellikle en sevmediğim şey olan oyuncu değişikliği, bu dizide o kadar güzel yapılıyor ki yeni oyuncular hiç göze batmıyor; hatta daha da seviyorsunuz.Tales of the City, bana Melrose Place‘in Showtime versiyonu gibi gelmiştir hep (tabii ki çok daha kalitelisi).

Konuya gelirsek; dizi 1970’li yılların ortalarında Mary Ann’in hayatını değiştirmeye karar verip, Ohio’dan San Francisco’ya taşınmasıyla başlıyor. Burada ilk olarak arkadaşının yanında kalmaya başlayan Mary Ann, daha ilk günden onun düzenine ayak uyduramayıp 60’larında bir kadın olan Anna’nın pansiyon tarzındaki evlerinden birini tutuyor. Dizi genel olarak Mary Ann ve onun gibi orada kiracı olan Mike, Mona ve ev sahipleri Anna’nın hayatlarındaki olaylar ve değişimler üzerine geçiyor.

Karakterleri kısaca inceleyecek olursak:

* Mary Ann 20’lerinde hala bakire olan muhafazakar bir bayan,

* Mike ailesine gizli, dışarıya karşı açık yaşayan bir eşcinsel,

*Mona neşeli enerjik ve bağımsızlığına düşkün bir karakter,

* ve son olarak benim anneleri olarak kabul ettiğim Anna da ağır başlılığıyla dikkat çekiyor (bu karakter hakkında ne desem ispiyon olacak diye korkuyorum. =))

Özellikle Mona ve Mike’ın diyalogları dizinin en beğendiğim yanları. Mona’nın Mike’a “Mouse” diye seslenmesi bile beni benden alıyor.

Dizide bir sürü tanıdık yüz görmek mümkün. Şu sıralar The Big C‘nin başrolünde gördüğümüz Laura Linney, en son Shameless‘ta seyrettiğimiz Chloe Webb, Dharma & Greg‘in Greg’i Thomas Gibson, The 4400‘den bildiğimiz Bill Campbell, Men with Brooms ve Eastwick‘ten hatırlayacağınız Paul Gross bunlardan sadece birkaçı.

Sonuç olarak, izlemediyseniz kesinlikle ve kesinlikle izleyin derim. Hatta sadece izlemekle kalmayın, izlemeyenlere de izletin. Konu bakımından basit gibi görünüyor olabilir, ama her karakterde ayrı bir şok yaşadığınız için bölümler geçtikçe ne kadar kaliteli bir dizi olduğunu bir kez daha görüyorsunuz. 4. sezon niyetine yeni bölümler gelir mi orası hala muamma.