Netflix’in yeni dizisi The English Game‘in tanıtımıyla karşınızdayız bugün.

Julian Fellowes (Downton Abbey), Oliver Cotton ve Tony Charles‘ın yaratıcısı olduğu dizinin yazar masasında Richard Barber ve Edward Charlton gibi isimler de yer alıyor. 6 bölümden oluşan dizinin bölümlerinin yarısı Tim Fywell, diğer yarısı ise Birgitte Stærmose tarafından yönetilmiş. Fellowes ve Charlton’a yapımcı koltuğunda Rory Aitken, Eleanor Moran, Ben Pugh ve Rhonda Smith gibi isimler eşlik etmiş.

Spor merkezli tarihi bir dönem draması olma özelliği taşıyan The English Game, aynı zamanda bir mini dizi konumunda. Dizinin bölüm süreleri ise 43-55 dakika arasında değişmekte.

1879 yılı ile açıyoruz hikayemizi. Futbol kültürünün ve modern futbol anlayışının yavaş yavaş şekillenmeye başlayacağı bir döneme adım atmak üzereyiz. İngiltere’de ve İskoçya’da yavaş yavaş popülerlik kazanmaya başlamış ama ada dışına henüz pek çıkmamış olan bir spor dalı henüz o vakitlerde futbol. Ulusal bir lig yok henüz ortalıkta İngiltere’de.

Her yılın belirli dönemlerinde FA Cup oynanmakta ve futbola gönül verenler o maçları iple çekmekte. Kupada maçlar eleme usulüyle oynanmakta ve amatör bir ruhla mücadele verilmekte. 1879 yılında ilk kez bir işçi takımı çeyrek finale kadar yükselmeyi başarmış durumda ve kupanın 1 numaralı favorisi ile kozlarını paylaşacak olmanın heyecanı içerisindeler. İşçi kulübünün sahibi bu prestijli turnuvaya büyük önem vermekte ve İskoçya’dan çok yetenekli 2 futbolcu getiriyor takıma tam da bu önemli maç öncesinde.

O vakitlerde futbol para için oynanan bir spor dalı haline dönüşmemiş henüz. Takımında para karşılığı futbolcu oynatmak da yasak. İşçi takımının sahibi bu yasağı delerek takımına kazandırıyor bu 2 İskoç genci. Onlara fabrikada bir iş, kalacak yer ve yemeğin yanı sıra sırf futbol oynadıkları için de ek ödeme yapıyor el altından.

İşçi takımının rakibi olan takımın tamamı zenginlerden oluşuyor. Fabrika sahipleri ve veliahtları olan bu genç adamlar, futbolun kurallarını koyan kişiler o vakitlerde aynı zamanda. Hem futbol üst kurulunda yer alıyor hem de sahada futbolcu olarak ter döküyorlar.

Genel olarak ortam tasviri bu şekilde dizide. Elbette her şeyin futboldan ibaret olduğu bir ortam söz konusu değil. Zengin işverenler ve fabrika işçileri arasında ortam gerginleşmek üzere. İşverenler, yaşadıkları ekonomik durgunluğun yansımalarını tamamen işçilere yansıtmakta kararlı olunca ardı ardına gelen maaş kesintileri işçi sınıfın biraz daha ezilmesine ve akabinde de sesini yüksek bir şekilde çıkarmak istemesine neden oluyor. Saha içinde mücadele sürerken bir yanda da hayat mücadelesi devam ediyor anlayacağınız.

İşçi takımının İskoçya’dan getirdiği yetenekli ve futbol zekası yüksek bir sporcu olan Fergus Suter karakterine The Terror dizisinden anımsanabilecek Kevin Guthrie hayat veriyor.

Parayı da en az futbol kadar önemseyen bir adam olan Fergus, herkesin aynı anda bir topun peşinden koştuğu bir kaos ortamında geçen maçlara yeni bir heyecan getirmeye çalışmakta. Sistem dizilişi ve taktik alanındaki yenilikçi fikirleriyle futbola yön vermek üzere Fergus.

Futbolda 1 numaralı kulübünün lider oyuncusu olan Arthur Kinnaird, uzun yıllardır ülkede futbolun en büyük yıldızı konumunda. İskoçya’dan gelen bir adama bu unvanını kaptırmayı da hiç düşünmüyor. Karaktere Alias Grace, Gunpowder ve London Spy gibi dizilerden anımsanabilecek Edward Holcroft hayat veriyor.

Arthur, ülkenin önde gelen sanayicilerinden birinin tek oğlu konumunda. Kendine güvenen ve göz önünde olmayı seven biri olan Arthur’u adil ve onurlu gibi sıfatlarla tanımlamak mümkün.

Arthur’un hamile eşi Margaret Alma Kinnaird rolünde The Spanish Princess ve Game of Thrones dizilerinden tanıdığımız Charlotte Hope karşımıza çıkıyor. Margaret’ın pek destekleyici bir eş görüntüsü çizmediğini söylemek mümkün.

Fergus’un sokakta şarkı söylerken görüp beğendiği ve hoşlanmaya başladığı güzel bir kadın olan Martha Almond rolünde Jamestown dizisinden tanıdığımız Niamh Walsh‘ı izleme şansı elde ediyoruz.

Martha, 2 yaşında bir çocuk annesi olan bekar bir kadın. Zengin bir iş adamının malikanesinde hizmetçilik yapıyor. Tıpkı erkek kardeşi gibi tutkulu bir işçi hakları savunucusu aynı zamanda Martha.

Fergus’un dahil olduğu işçi takımının sahibi James Walsh karakterini Temple, Indian Summers ve Misfits gibi dizilerden anımsanabilecek Craig Parkinson canlandırıyor.

Futbola büyük bir tutku duyan ve Fergus’tan çok büyük bir beklentisi olan James’in 200’e yakın işçi çalıştırdığı bir fabrikası bulunmakta. İşçilerini seven ve haklarına saygı duyan bir işveren olan James, bağlı olduğu loncada fikirlerine ortak olan başka bir iş adamı bulamamanın ve istemeye istemeye loncanın aldığı kararlara uymak zorunda kalmanın derin üzüntüsü içerisinde.

*Fergus’un yeni takımına İskoçya’dan birlikte geldiği futbolcu dostu Jimmy Love rolünde The Victim dizisinden anımsanabilecek James Harkness‘ı izliyoruz.

*Fergus ve Jimmy’ye James’ten aldığı ücretle evinin bir odasını kiralayan, güler yüzlü, sempatik, genç bir dul kadın olan Doris Platt rolünde The Living and the Dead, The Mill ve Good Cop gibi dizilerden hatırlanabilecek Kerrie Hayes karşımıza çıkıyor.

*Geniş kadroda Ben Batt (Jamestown, In the Dark, Scott & Bailey), Gerard Kearns (The Last Kingdom, Shameless, The Town), Henry Lloyd-Hughes (Killing Eve, The Pale Horse, Indian Summers), Joncie Elmore, Philip Hill-Pearson (Good Cop, Gunpowder), Sam Keeley (68 Whiskey, Dublin Murders), Daniel Ings (Lovesick, Instinct, The Crown), Lara Peake (Born to Kill) ve Kate Phillips (Peaky Blinders, Wolf Hall, My Mother and Other Strangers) gibi çok sayıda tanıdık sima yer alıyor.

Henüz ilk 2 bölümünü izlediğim dizinin fena gitmediğini söyleyebilirim. Futbol estetiği açısından çok fazla bir şey beklememek gerek diziden. İşçi hakları kısmı için de yüzeysel gidiyor diyebilirim. Diziyi izlememi sağlayan etmen ise fena çizilmediğini düşündüğüm karakterlere ve bolca tanıdık oyuncuya sahip oluşu. Bu ayarda devam ettiği sürece yeterli olacaktır benim için.

Bu da dizinin fragmanı: